Fenerbahçe’mizin yaşayan efsanelerinden Halit Deringör ile Fenerbahçe’yi, futbolu ve Türkiye’yi konuştuk. Anılarının yanında dünün ve bugünün futboluna yönelik toplumsal yorumlarıyla bizlere ve Türk futbolunun geleceğine ışık tutan efsanemize bu değerli röportaj için teşekkür ederiz.
– 1907 ÜNİFEB: Çok dolu bir geçmişiniz var, hem futbol yaşantınız hem de sonrası itibariyle. Bize bu dönemlerden biraz bahsedebilir misiniz?
– Halit Deringör: Bir kere dar gelirli ailelerin çocuklarıyız biz. Burjuva sınıfından gelen futbolcularımız da vardı. Ama çoğu benim gibi dar gelirli ailelerin çocuklarıydı. Ya sanayi mıntıkasından gelen ya da kırsal bölgeden gelen insanlardı. Bunu bazı arkadaşlarımız açıklıkla söylemez. Ben açıklıkla söylüyorum. Yaşadığım, büyüdüğüm sokak sanki kurtarılmış bölge, neredeyse insanlar oraya pasaportla girebilirdi. Bir mahalle dayanışması, bir birlik içindeydik. İçinde her türlü adam vardı; güreşçisi de, kuvvetlisi de, uyuşturucu satanı da vardı. Toplumun alt yapısından her türlü insan vardı, öyle büyüdük. Mesela siz o yıllardaki Müjdat Yetkiner’i tanır mısınız? Maalesef tanımazsınız. Müjdat Yetkiner benim süt kardeşimdir. Sonraları tesadüf bu ya bir tane daha Müjdat Yetkiner oldu. O şimdi burada, bizim çocuğumuz sayılır. Eski Müjdat Yetkiner ile ikimiz de aynı lisede okuduk.Fenerbahçe’de ve Milli Takım’da birlikte oynadık. Sonra ben futbolu bıraktığım zaman o Almanya’da meşhur Almanya’yı 2-1 yendiğimiz maçta oynadı en iyi futbolcu oldu.
Bizim mahalle kurtarılmış bölge gibiydi ama böyle sporcular da yetiştiriyordu. Öyle kolej falan bilmezdik.Burjuva çocuğu değiliz. Yanlış anlaşılmasın ben bir sınıf politikası yapmıyorum. Fenerbahçe Kulübü’nde takım arkadaşlarımızdan da burjuva kesiminin oturduğu yerlerde yaşayanlar da vardı. Ama bu, hiçbir zaman aramızda bir çatışmaya sebep olmadı, ideolojik ayrışmaya neden olmadı. Takım içinde hep birbirimizi sevdik. Sanki saf çocuklar gibi, hiçbir ayrım yapmazdık. Tek yumruk gibiydik.
Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdim. 1941-1942 Yıllarında Üniversiteye gittim Edebiyat Fakültesi’ni kazandım. Aynı zamanda “İstanbul Merkez Kumandanlığı Tahniye ve Fırınlar Müdürlüğü’nde” çalıştım. 1948 yılında Yapı ve Kredi Bankası’nda bir süre çalıştım. Ama o dönemde Londra Olimpiyatları vardı. Oraya gittim. Şöyle düşünmüştüm o zamanlar; Futbolu bıraktıktan sonra dedim ki kendi kendime: “Futbol hayatım bitince, ne olacak? Ben topa iyi vuran adamım topu iyi oynayan adamım herkesin takdir ettiği şekilde, peki o bitince ne olacak?” dedim. 30 yaşında futbolu bırakırsam, sonra ne yapacağım, İstiklal Savaşı kahramanları gibi hayatımı mı anlatacağım? Bana yetmez sadece futbolculuk değil başka bir şeyler yapmam lazım”. Düşüncem bu yöndeydi. Bu yüzden Londra’dan döndükten sonra Tütün Eksperliği için yüksekokula gitmeye karar verdim ve sınava girdim. 250 Kişi içinde 18.olmuştum.15 Yıl okuduktan sonra da Tütün Eksperi olarak mezun oldum. Zaman içinde Tekel’in yönetici kadrolarında yükselerek görev yaptım. Futbolcu arkadaşlarımın aşağı yukarı hiçbiri benim gibi kariyer planlaması yapmamışlar, kendilerine benim kadar iyi bakmamışlardır. Biraz değişik bir yapıda olduğumu söylerler.. Para denilen o ahlaksız metali hiç sevmem. Ne demiş şair: “Para, altın sarı bir yılandır; vicdanları ısırır”. Ben nedense bu namussuz paraya ısınamadım. Bunu bazıları ukalalık gibi algılıyor.
Fenerbahçe’de futbolu bıraktıktan sonra, Devlet memurluğu görevim gereği çoluğumu çocuğumu alıp Bursa’ya götürdüm. Yine görevim gereği köylere gidip tütün alımları gerçekleştirdim. Köylerde nerelerde yattım biliyor musunuz? Bir keresinde kalacak yer bulamadık, Köy kahvehanesine gidip, kalacak yer sorduk. Şurada bir ev var muhtarın evi, dediler. Hiç unutmam muhtarın adı da Mehmet Altıok idi. Demokrat Parti zamanları, kalırsan bir tek onun evinde kalabilirsin, dediler. Kabul ettik üst kata çıktık. Altta inekler varmış, inek kokusu yukarı geliyordu. O şekilde uyumaya çalışmıştık. Yıllarca Anadolu insanıyla haşır neşir yaşadım.
Tabi sonra orada müdür oldum, insan tanıdım, adam tanıdım bir şeyler öğrendik, bir şeyler yazdım Hayatı öğrendim. Barlara gidip rakıları içip kafayla şöyle gol attım böyle güzel oynadım diye anlatmadım. Onların hepsi gençlik işi.
1949-50 yılında asrın takımı denen Fenerbahçe’de teknik direktör Molnar vardı Macar. Onun zamanında birdenbire bizim takım, o büyük takım çökmeye başladı. Şartlar aynı, antrenör aynı her şey aynı. Ama şaşaalı Fenerbahçe, o asrın takımı dökülmeye başladı. Sanki bir virüs girmişti kanına. Nedenini bilmediğimiz bir virüs. Ve çoğumuzun transfer durumları oldu. Benim de transferim söz konusu. Adalet Takımı’na. O zaman cebimde para yok, çocuğum da var. Arkadaşlarım transfer oldu, transfer olurken de dokuma makinesi verildi. Bana da iki dokuma makinesi bir de 6 bin Türk Lirası para teklif ettiler. O zamanki 6 bin lirayla şu anki Bağdat Caddesi’nde bir daire alınabilirdi, hatta iki tane alma ihtimalim var. Israr ısrar üstüne. Ben de onlara diyorum ki “Bana biraz müsaade edin, düşüneyim.” Sana bir ay müsaade bunları bir düşün, dediler. Bu bir ay nasıl geçti biliyor musunuz? Geceleri kasvetli rüyalar gördüm. Korkunç rüyalar gördüm. Cepte para yok, 6 bin lira, iki tane dokuma makinesi… Uyku yok sabahlara kadar. Neyse ayın sonu geldi. Babam bir sabah geldi “Neyin var oğlum aşık mısın sen?” dedi. Ben de dedim ki “Ya yok baba böyle böyle bir durum var, şu kadar para verecekler.” Babam dedi ki oğlum al o parayı yoksa ilerde kafanı yerden yere vurursun. Ben ise; “Sen Fenerbahçeliliğin ne olduğunu bilmezsin, Fenerbahçe’yi bırakamam”, dedim ben de. Babam da sen ileride kafanı taştan taşa vuracaksın, demişti.
Ondan da evvel İstanbulspor takımı var. Boncuk Ömer vardı bizde yetenekli iyi bir futbolcu. Bizi istiyorlarmış. O zaman da İstanbul merkezde askeriye gibi bir yerde çalışıyorum geçinebilmek için. Bize iyi de para verdiler, biz de gidelim madem dedik. Geldiler, şuraya imza atın, dediler. Tam imzayı atacağız, eller titremeye başladı ikimizin de, atamadık. Bize artık siz gelseniz de almayız, ne Fenerbahçe sevgisiymiş be, dediler. Onun için benim parayla hiçbir ilgim olmadı hayatta. Kendime yetecek kadar parayı hep yeterli gördüm. Daha fazla parayı düşünmedim. Çünkü birisi eğer birisinden altından kalkamayacağı miktarda para alırsa özgürlüğü kalkar. Ben bunu kafama kazımışım.
Ben zamanında günde 60 ton sigara yapıyordum. Altmış ton ne demek biliyor musunuz? Sigara fabrikasının müdürüydüm, Cibali’deki. 1980 yılına kadar kadar bu görevi sürdürdüm. Eşim Türkolog. Edebiyat Fakültesi Türkoloji mezunu.Edebiyat öğretmenliği yaptı. İkimiz de senelerce çalıştık çalıştık. En nihayetinde emekli maaşımız var şimdi. Bursa’da antrenörlük yaptığım sırada para biriktirdim biraz, devletten para alıyordum onu biraz biriktirdim. Biriktirdiğim parayla Emlak Kredi Bankası’na gittim. Emlak Kredi Bankası o zamanlar 20 sene vadeyle kredi veriyordu, öyle ev aldık biz. Arkadaşlarımız lâle devrini yaşarken biz 20 sene vadeyle Göztepe’de bir çatı dairesi alabildik. İnsanları birbirine düşüren para, insanların kişiliklerini değiştiren para, insanları kavga ettiren parayı gördükçe ben bu paradan soğudum. Parasız yaşar mısın? Tabi ki hayır. Ne kadar hak ediyorsam karşılığında o kadar isterim, ki onu da alamıyorum.
Ben bugün yaşayan çok eski bir Fenerbahçeliyim. Ama bir kere bile Fenerbahçe’nin, parasıyla seyahat etmedim. Prensip meselesi.. Basın mensubu olmama rağmen kulübün davetlerine gitmedim ve Fenerbahçe’nin parasını harcamadım. Benim fotoğraf makinemi, yol paramı çalıştığım yer verir, başkasından istemem. Bu ülkede ya ahlaki mücadele ya da para mücadelesi yapacaksınız. İkisini birden yapamazsın, yaptırmazlar insana. Birini tercih edeceksin. Birisinde zengin olacaksın, belki hapishaneye düşeceksin, cenazen kalabalık olacak. Diğerindeyse parasız öleceksin cenazene kimse gelmeyecek. İnsan o zaman insandır. İnsan demek bana göre insanca doğan insanca büyüyen insanca evlenen insanca yaşayan insanca ölendir. Biz böyle yaşamışız. İnanıyorsam bir şeye, engel tanımam.
– 1907 ÜNİFEB: Fenerbahçe’ye kabulünüz nasıl oldu?
– Halit Deringör: Çok ilginç bir hikayedir bu. O zamanlar Haydarpaşa Lisesi, Pertevniyal Lisesi, Boğaziçi Lisesi, Hayriye Lisesi, Yüce Ülkü Lisesi gibi özel ve resmi okullar arası bir turnuvada maçlar yapılıyordu. 1939-42 yılları arasında öğrenciydim. İki sene arka arkaya şampiyon olduk, takımın da kaptanıydım. Yöneticiler de izliyordu o turnuvaları tabi bizi gördüler Fenerbahçe’ye çağırdılar. Öyle bir şey ki Fenerbahçe’yi rüyalarımda bile düşünemiyorum o zamanlar. O dönemde, şu anki Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yer etrafında siyah çitlerle örtülmüş, biz de mahalle çocuklarıyla her maçta o siyah çiti atlayıp içeri girerdik. Bir gün, Zeki Rıza’nın futbolu bırakacağı maçtı herhalde, yine içeri atlamakla atlamamak arasında düşünüyorum. Polis elinde copla tam atlarken bana vurdu ben de can havliyle kendimi içeri attım. İçeride de o sırada Fenerbahçe’nin yedekleri kaçanları tutuyorlar. Ben bir atladım arkamdan koşmaya başladılar. Beni tutamadılar ben de tribüne girdim. O an çocuk aklımla kafama koydum “ben bu büyük futbolculardan daha hızlıyım, beni yakalayamadılar ben de futbolcu olacağım” dedim.
Sonra bir gün Fenerbahçe, Beyoğluspor ile oynayacak. Takıma girdikten sonra B takımıyla maçlara çıkıyorum, o gün de sonrasında A takımın maçı var. Ben de B takımıyla maçta oynuyorum. Beni devre arasında çıkardılar. Ben de iyi oynadığımı düşünüyorum neden çıktığıma anlam veremedim. Neyse maç bitti, bana da birden “haydi soyunma odasına sen de giriyorsun” dediler. “Nereye?” dedim, “haydi gir” diye söylediler. Ayaklarım titreyerek, korkarak o soyunma odasına girdim. O zaman benim oynadığım mevkide Büyük Fikret oynuyor. Dünya çapında bir adam. Hakikaten büyük adam o da sol açık oynuyor ben de sol açık oynuyorum, nasıl oynayacağım ben dedim. Çünkü o adam benim rüyalarıma girerdi, hep derdim o adamın ayakları çıksa da benim ayaklarıma ilave etseler diye. O kadar gıpta ederdim. Kadere bak ki o adamla oynama durumuna gelmişim. A takımın maçında o sol açık bende sol iç oynuyorum. Birinci devre öyle bitti ikinci devre, kaderimin değişimi başlıyor, ayağımın dışıyla Büyük Fikret’e bir top yuvarladım. O da depara kalktı. Depara kalktığında sesi yanımda duydum, “küüt” diye ayağında bir şey oldu. Meğer adalesi kopmuş. Ondan sonra 1951 yılına kadar o mevkiye geçtim ve hiç bırakmadım. Benim kaderimi değiştiren olaydı bu. Yoksa o adam varken benim orada oynamam imkansızdı. Fenerbahçe takımında böyle başladım. Tabi büyük adamlar hepsi, nasıl gireceğiz o adamların içine, adamlar kendini kanıtlamış, yıllanmış adamlar beni de küçük görüyorlar doğal olarak. Neyse o sıralarda bir Yunanistan’la Milli Takım maçı oldu. İkinci Dünya Savaşı dönemi, beni ve Küçük Fikret’i Milli Takım’a seçtiler. Hemen girer girmez Milli Takım’a seçildim. Ama savaş sebebiyle bu maçı oynatmadılar. İlk maçıma seçilmeme rağmen oynayamadım. 1948 senesinde Atina’da ancak oynayabiliyoruz, normalde 42 senesinde oynanması gereken maç. Milli maç serilerimiz de böyle başladı. 11 sene boyunca hiç sakatlanmadan, formdan düşmeden oynayan ender futbolculardanım. Böyle benim Fenerbahçe tarihim başladı ve hep böyle devam etti. Şunu da söylemekte fayda var; o zamanlarda Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti vardı ama böyle değildi. Ve bana da Galatasaraylılar bir parça kızardı. Çünkü Galatasaray maçlarında çok fazla efor sarf ediyordum.
1948 yılı Londra Olimpiyatları vardı. Bir ay boyunca kampa çekildik. Galatasaraylı idareciler beni ve Vefalı Kör Galip’i istemişler. Bunun üzerine bizi Milli Takım’dan çıkarıyorlar. Tabi Fenerbahçe buna sinirleniyor beni ayrı olarak kendi paralarıyla Londra’ya gönderdiler. Bana yapılmayacak kötülüğü yapıyorlar Galatasaraylı yöneticiler. Şimdilerde Galatasaray rekabeti almış başını gitmiş durumda, kan davasına dönüşmüş ama ben böyle düşünmüyorum. Fenerbahçe olmadan Galatasaray olmaz; Galatasaray olmadan Fenerbahçe olmaz diye düşünüyorum. Eğer biz büyüksek Galatasaray’ın da bu konuda payı vardır. Hâlâ bana caddede yürürken Galatasaray maçında attığım golleri anlatıyorlar. Akıllarında kalmış insanların, Anadolu takımlarıyla yaptığımız maçları söylemiyorlar. Ben belki de bu sebeplerden Galatasaray’ın bana kişilik kattığını düşünüyorum. O yüzden kan davasına dönüştürmeyi doğru bulmuyorum.
– 1907 ÜNİFEB: Geçmiş dönemdeki Galatasaray rekabetinden bahsettiniz. Futbol dünyası adına, o zaman ile günümüz arasındaki temel farklılıklar size göre neler?
– Halit Deringör: Bu çok tartışma getiren bir durum. Yeni kuşakla eski kuşak arasında farklar var tabi. Bu kuşak bugünkü futbolu izliyor ve biliyor sadece ama bizim kuşağın farkı var. Eski dönem daha iyiydi bana göre. Bu dönem daha iyi diye düşünenleri yadsımıyorum. Ama şöyle düşünün; bir piyano çalmayı bilen birinin Beethoven’ı çalması var bir de, Roma’daki bir piyanistin Opera binasında Beethoven’ı çalması var. Roma’daki adam da aynı eseri çalıyor ama ikisi aynı olabilir mi? Piyanist’in çalışında bir klas farkı bir estetik vardır.
– 1907 ÜNİFEB: Teknik adamlığınız var bir de, Fenerbahçe’de şampiyonluğa da ulaştınız hatta 1964 senesinde. Teknik adamlığa geçiş süreci nasıl oldu?
– Halit Deringör: Bugünkü Türkiye’de başarılı bir ortam yaratılması için ilk önce eğitici durumunda olanları eğitmek gerekir diye düşünüyorum. Çünkü hepimiz eksik eğitimci olmuşuz, eksik bir şeyler öğrenmişiz, öyle gelmişiz. Biz de eksik adam olduğumuz için, yetiştirdiğimiz adamların hepsi eksik olmuş. Bu, topluma yayılmış. Bu kadar yayıldı mı, düzeltmek de çok zor. Kendimiz öğrenmemişiz ki.
Size bir olay anlatayım; teknik direktör kursları oluyor, zaman zaman Avrupa’dan teknisyenler ve hocalar geliyor teknik direktör yetiştirmek için. Kirschraht denilen bir Alman geliyor. Bu Alman kurs veriyor, bu Alman’ın da yardımcısı benim çok önceden arkadaşım, eski Milli Takım antrenörlerinden Sabri Kiraz. Neyse kurs bitiyor, yazılı imtihan yapacaklar. Fakat meşhur futbolcularımızdan bir tanesi okuma yazma bilmiyor. Nasıl verecek yazılı imtihanı? Bunun boynuna beyaz bir askı asıyorlar, kolunu da askıya alıyorlar, diyorlar ki “Dün gece düştü, kolunu kırdı.” Kirschart da iyi niyetle “O zaman arkadaşına söylesin, arkadaşı da yazsın, bana versin.” diyor. Böyle teknik direktör adayları vardı. Geçenlerde iyi ahpablığım olan bir teknik direktörle sohbet ederken dedim ki “Sen benim kitabımı okudun mu?”. Dedi ki “Halit Ağabey sen bilirsin, içimizden geldin, biz teknik direktörler bir şey okumayız.” Gördüğünüz o futbolcuların çoğu, onlar Pekos Bill dahi okumamıştır. Bunlar top oynamış, topa iyi vurmuşlar bizim gibi, gelmiş ahkâm kesiyorlar.
Ben antrenör olacağım, bana sormazlar mı “Anatomik fizyoloji biliyor musun?” diye. “Yok.” “Peki okudun mu?” “Yok.” “Peki felsefe biliyor musun” “Yok.” “Peki ne biliyorsun?” “Hiçbir şey.” Ahkâm kesiyorlar. Biri de kalkıp desin ki “Sen kimsin? Sen ne biliyorsun?”. Sağ açık ortaladı, sol açık vurdu. Böyle mi olmalı? Sepette pamuk olmalı. Felsefe okumuş olmam lazım, bir sağ, bir sol kitap okumuş olmam lazım. Bir şeyler okumam lazım yani. Herkes zannediyor ki onlar bir şey biliyor. Bir şey bildikleri yok.
Ziya (Şengül) benim Ankara’dan evine gidip transfer ettiğimiz çocuk. Çok sevdiğim, çok da iyi bir futbolcu. Kavgasını verdim hatta onun. Ama tahsili yok. Ama ne olacak ya tahsili olanlar ne oluyor? O da başka bir mantık. Herkesin gelebileceği bir nokta var. Bir kapıcının gelebileceği bir nokta var. Baş kapıcı olur. Sen bunu baş kapıcı yapmayıp da Kadıköy emniyet amiri yaparsan olmaz. Yani bir insan bir noktaya kadar gelir. O noktadan sonra o adamı çıkarmayacaksın yukarı. O sektörde öyle insanlar var ki. Memurluk imtihanına girsin, birisi bir şey kazanamaz. Toplum böyle istiyor. Toplumun yapısına göre adamlar bunlar. Sadece topa vuran adamlar. Ben de öyle yetiştim. Ama benim üniversite okumuşluğum var, yazmışlığım var. Ben de hiç imtihansız teknik direktör oldum. İyi mi? Doğru mu? Değil.
– 1907 ÜNİFEB: Sonuç olarak bir şekilde oldunuz, belki de dönemin şartları böyle gerektirdi. Kulübün başına geçtiğiniz bir süreç var. O dönem nasıldı?
– Halit Deringör: Şimdi bir kere ben niye oldum? O da başka bir hikâye. Gittiğim bölgelerde ilkleri yaptım. İzmir, Samsun, Bursa ve Fenerbahçe. Samsun’a gittiğim zaman Fenerbahçe’li Halit Deringör geldi diye sevinmişlerdi. Mecburi olarak onları çalıştırdım. Ve de Samsun şampiyon çıktığı zaman zaten sezon başlamıştı. Gittim. Beni bırakmak istemediler milletvekilleri falan. Dedim ki bırakın, size bir iyilik yaptıysam köyüme gideyim. Zorla izin aldık İstanbul’a gitmek için. Sonra Bursa’ya geldim. Bu defa Bursa milletvekilleri, zenginler seferber oldu Halit Deringör geldi diye. Gaffarzade İhsan diye birisi de özellikle “Ben seni alacağım” dedi. O zaman ben daha stajdaydım. Sınavı verememiştim daha. “Bırak sen sınavı” dediler. Hatta kura çektik İstanbul’da, Bursa’ya çıktım. Ben mi çektim kurayı başkaları mı çekti bilmiyorum. Ayarlamışlar işi. Bursa’da 9 yıl çalıştım. Takım şampiyon çıktı. Görkemli bir şey. O zaman bir numara olmuşum. İlk defa bir şampiyon çıkıyor. O zaman Bursa böyle değil. İlkel ama her şeyi güzel.Yönetimde sağcı solcu tarafları vardı. Beni CHP tarafına koymuşlardı.
Bizim kulübün 2. Başkanı Mithat Koç, Kamil Koç’un damadı. Bursa’nın Koç zengini. Maç oynuyoruz İzmir’de Altay ile. Bir baktım benim yedek koyduğum İhsan’ı ikinci başkan elinden tutmuş getiriyor. “Bunu da oynat” dedi. Dedim Mithat, bu mahalle takımı değil. Beni çocukla niye yüz göz ediyorsun? Oynatmak gerekse oynatırım. Bana “Sen bunu oynatmazsan bu kulübeyi göremezsin” dedi. Mithat Koç, hem kulübün ileri gelenlerinden hem de Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinden. Çıktım soyunma odasından. “Ben yokum.” dedim. Kongre topladılar İzmir’de. Ama muazzam bir kongreydi. Sadece üyeler değil. Bursa’daki bütün Demokrat Parti üyeleri hıncahınç doldurmuşlar. Herkes benim kellemi istiyor. Benim hanım da yeni öğretmen olacak o sıralar. Ticaret lisesinin müdür muavinliğini yapıyor. Müdürü de getirip kongre başkanı yapmışlar. Herkes kellemi istiyor. Dedim ben konuşacağım. Bana söz vermedi. Dedim “Herkes benim kellemi istiyor bırakın da konuşayım”. Bırakmadılar. Kalktım terk ettim gittim. Arkamdan gelenler oldu. Herkes üzülüyor tabi. İlk defa Bursa’yı şampiyon yapan bir insan… Sonra bir karar geldi. Bana 2 ay istirahat verdiler. Fakat ay bitince kulübün muhasebecisi ay başında bir zarfla maaşımı getirmiş. Dedim ben izinliyim çalışmadım. Git bu parayı başkana ver başkan dağıtsın başkalarına. İkinci ay yine aynı nakarat. “Başkana söyle Halit Deringör hayatında çalışmadan para almaz” dedim. İlerleyen zamanlarda üçüncü bir mektup geldi:“Gelin cezanız bitti göreve başlayın.” Ben de “Halit Deringör hayatında Bursa’ya bir defa gelir antrenörlük yapar bir daha yapmaz” yazdım gönderdim.
O sıra başka bir kulüp daha var orada Çelikspor diye. Başkanı da beni çok seven çok kıymetli bir adam. Bir gün “Halit gelsene bir kahve içelim” dedi. Gittim. ‘’Bu namussuzlar senin gibi adama kalktılar yanlış yaptılar’’ dedi. Rauf Tamer de bizim takımda. Hakkımda yazı yazmışlardı ‘’Bizi değil bütün Bursa’yı eğitti’’ diye. Çelikspor başkanı “Rica ediyorum bizim takımda 4-5 ay çalış” dedi. Çok ısrar etti. Arkasında da kasa var, açtı. Deste deste paralar. “Al alabildiğin kadar buradan” dedi.Almadım tabi. 10 bin kağıdı uzattı bana. 4-5 ay sonra geldim İstanbul’a . Hemen Fener’e teknik direktör yapmak için kolları sıvadılar. Ama bir kitle vardı karşı olan. Mesela Semih Bayülken; benim çocukluk arkadaşım. Beraber yattığımız beraber yürüdüğümüz, içtiğimiz yediğimiz bir adam. Bir Kadıköy grubunun başı. O istemezse kimse bir şey olamıyor. Beni istemedi. Sebep olarak da bana hakim olamayacaklarını gösterdi. Çok fazla muhalefet etti fakat bazı güçler onun da canını okudular. Mecbur beni teknik direktör yaptılar. Sonra korktuğu başına geldi zaten çok mücadele ettik. Bir de şampiyonluk geldi. Bir sene yaptım zaten. O zamanki başkan İsmet Uluğ ile geçinemedik. Fakat basınla konuşacağız bir gün. İsmet bey konuşuyor. Basın mensupları “Halit Ağabey sen de konuş” dediler bana. Ağzımı açtım derken “Sen sus” dedi Başkan bana. Sanki kafamdan bir kazan kaynar su boşaldı. Herkesin taptığı büyük bir adam Fenerbahçe’de konuşamıyor. Ben sana sorarım dedim içimden. Derken bir toplantıya gittik. Yan yana oturuyoruz. Başkan konuşmaya başladı, dinlemiyorum ben tabi. Bana dedi ki “Halit Bey sen benim konuşmamı dinlemiyorsun.” O zaman patladım. “Ne dinleyeceğim? Sen kimsin? Sen Fenerbahçe’de bu kadar oynadın ben de oynadım. Sen yüksek okul mezunusun ben de mezunuyum. Sen ne istiyorsun? Bak ben küçükken mahallede top oynarken etrafımızda duvarlar vardı, onları yüksek zannederdim ama büyüdüğümde baktım ki o duvarlar çok küçükmüş.” dedim. “Ne demek istiyorsun” dedi? “Anladın.” dedim. Kavga ile geçti o zamanlar işte. Bana dedi ki “Ziya’yı alamazsın.” Ben dedim “Yetkiliyim alırım.” “Alamazsın.” “Niye alamam?” “Onun babası geldi GS ile konuştuk ona bu kadar para veriyorlarmış.” Ben dedim “Alacağım.” “Alırsın ama bu adam oynayamazsa parasını verir misin?” O zaman 35 bin liraydı. Ben “Veririm.” dedim. Evim vardı, “Tapusunu satar veririm” dedim. Ziya hatta kitabımda “Sen benim idolümsün senin gibi olmayı çok isterim.” diyor çok kavgacı bir adam olsa da. Ziya’yı da kavgayla kazandırdık. Ziya bir fenomen Türkiye’de. Milli takımda oynadı falan. Ama benim oğlum gibi.
Düzenin adamı olamadım bir türlü. Düzenin adamı olana her şey güzel. Ben şimdi torunlarıma diyorum ki: “Dünya çok değişti, sakın ha dedeniz gibi olmayın. Hep kaybedersiniz. Yapamazsınız sizin gücünüz yetmez. Ben İsmet Uluğ’a o zaman söylediklerimi şimdi Aziz Yıldırım’a söylesem Aziz Yıldırım beni yarım saatte kovar. Düzen çok değişti eskiden çok kuvvetliydim her şeyde.
– 1907 ÜNİFEB: 1959 öncesi şampiyonluklar şu an sayılmıyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
– Halit Deringör: Neden sayılmadığını tam olarak ben de bilmiyorum. Şu an futbolun başındakiler de bilmiyorlar neden böyle olduğunu.
– 1907 ÜNİFEB: Sizin bir de şöyle bir sözünüz var: “Türkiye’de değişmeyen tek iktidar Fenerbahçe ikidarıdır.” Bu sözü açabilir misiniz biraz?
– Halit Deringör: Türkiye’de ve Dünya’da değişmeyecek tek iktidar Fenerbahçe iktidarı olacak. Bu iktidar insanların kalbindeki Fenerbahçe sevgisi iktidarıdır. Bu siyasal bir iktidar değildir. Beni şikayet etmişler, Türkiye’de tek bir cumhuriyet vardır diye. Doğru. Ancak benim bahsettiğim sevgi cumhuriyetidir. Hatta bir toplantıda hükümet komiserine de bu sözlerdeki cumhuriyeti, iktidarı ve toplumu anlattım. Galatasaray taraftarları da gelip “Halit Ağabey biz seni biliyoruz, nasıl olur da böyle bir üstünlük ya da ırkçılık yaparsın?” dediler. Ben cevabımı verdim evelallah. Rahmetli Doğan Koloğlu’yla da konuştuk biz, ulusal televizyonlarda tartışmalar yapardık. “Sakın ha Fenerbahçe-Galatasaray tartışmasına girme benimle.” derdim ona da.
– 1907 ÜNİFEB: Geçmişe dönük yaşadıklarınızdan ve zorluklardan bahsettiniz. Dönüp baktığınızda ‘Keşke’leriniz ve ‘İyi ki’leriniz nelerdir?
– Halit Deringör: Çok samimi söylüyorum; -buna bazıları riyakarlık, bazıları da ukalalık diyor- ben geri dönüp baktığımda hiçbir şeyden yakınan biri değilim. Bazı arkadaşlar 7 milyon lira, 10 milyon lira kazanan futbolcuları görünce “Ah biz niye şu kapağı atamadık?” diyorlar. Biz bir gün olup da arkadaşlarımıza “Biz neden şu parayı alamadık?” diye yakınmadık, hiçbir zaman da yakınmam. Hayıflandığım da bir şey yok. Bana diyorlar “Fenerbahçe’den beş kuruş alamadın.”. Beş kuruş! Ama ne aldım Fenerbahçe’den? Beni o kadar trilyoner yaptı ki hala o serveti yiyorum. Bugün hastanelere gidiyorum olabildiğince indirimli, hatta bazı özel hastanelerde bütün muayenelerden, makinelerden geçiyorum bedava. Fenerbahçe beni sıkıyönetimden kurtardı, oradan kurtardı, buradan kurtardı, her şeyden kurtardı. Daha ne isteyeyim Fenerbahçe’den? Her şeyi yaptı bana. Para almadım ama hala Fenerbahçe’nin mirasını yiyorum. Maddi olarak değil, bana manen verdiği sermayeyi kullanıyorum. Bazı arkadaşlar ille de para diyor. Ben öyle değilim. Yaşadıklarıma geri dönüp de yapamadım dediğim bir şey yok. Çocuklarımı da yetiştirmişim, hiçbir sorunum kalmamış. Bir Allah’a hesabımız kalmış. Başka da bir şeyim yok. Param var mı çok? Hayır. Ama kimseye de muhtaç olmadım. Her şeyim var. Bunlar parayla, banka defterleriyle ölçüyorlar her şeyi. Benim öyle şeylerim yok. Ben bugün bankadan para çekmesini bilmiyorum. Hiçbir kartım yok. Çünkü bir şeye ihtiyacım yok. Bütün dünyayı gezmişim. Seyahatimi, sporumu yapmışım, çocuklarımı okutmuşum, hiçbir eksiğim yok.
– 1907 ÜNİFEB: Fenerbahçe’de en unutulmaz anılarınızdan bize bahseder misiniz?
– Halit Deringör: Unutamadığım çok anım var ama bütün dünyayı ezen, hatta tarih yazarak ezen Alman faşizminin çok önemli olduğu yıllarda o takıma galibiyet golünü atmak hiç unutulur mu? Hitler’in Nazi takımını Halit Deringör yıktı övgülerini bir daha nerede görebilirim? Bu nasıl unutulabilir? İlk olarak bu gelir. Çok önemli bir olaydır bu.
– 1907 ÜNİFEB: Passolig hakkında düşünceleriniz nelerdir?
– Halit Deringör: Yok onu hiç anlamam. Ölünceye kadar basın kartım var. Ben daha Fenerbahçe Kulübü’nden bir kere bilet almadım. O yüzden açıkçası pek fazla ilgilenmedim Passolig ile. Şu günlere kadar passolig uygulamasının seyirciyi azalttığını biliyorum o kadar. İşin teknoloji ve teknik yönü ile hiç ilgilenmedim.
– 1907 ÜNİFEB: Peki günümüz futboluyla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
– Halit Deringör: Bir kere maalesef ben çok üzüntülüyüm. Türk futbolu taklit içerisindedir. Mesela futbolcunun gol atınca ağzını açması ne demek bana izah etsenize. Bir sevinç işareti midir, bir psikolojik olay mıdır, söyleyin bana niye açar? Küçük diline kadar görüyorsun adamın. Yatar yere niye namaz kılar? Niye ensesine kadar dövme yaptırır? Niye karnına top koyar? Biz kendimizden geçmişiz Türk halkı olarak. Nedir bunlar bana anlatsanıza? Ağzını açtığı zaman insan ne konuşabilir, ne gülebilir, ne de yiyebilir. Nedir bunu manası? Küçük bir dövme yaptırırsın. Ama parmaklarından ensesine kadar dövme yaptırmanın modası nedir? Tamamen dejenere olmuşuz. Bizim Türkler de Harmandalı oynuyor mu? Laz oyunu oynuyor mu? Kürt oyunu oynuyor mu? Oynamıyor. Niye? Sen kendinden geçmişsin. Taklit içine işlemiş senin. Saçlarını bilmem ne yapmak boyamak falan. Türk futbolunu geldiği noktada acınacak durumda olduğunu düşünüyorum. Diyebilirsin ki “Halit Abi futbol şova döndü”. O zaman gitsin şov yapsın kardeşim. Cambazhanede şov yapsın boyanıp palyaço gibi. Gösteriyse de gösterinin yeri futbol sahası mı? Ama ne yazık ki ben bunu kaç defa yazdım. Bana biri desin ki ağzını açmanın manası bu. İyice dejenere olduk özellikle futbolda. Biz öpüşemezdik gol attıktan sonra. Gol attıktan sonra Kabataş’a vapurun alt kamarasında giderdim tezahürat yapmasınlar diye. Elin adamı gelmiş oradan Türkiye’de ahkam kesiyor. Bu tutuculuk, milliyetçilik, ırkçılık değil. Futbol şov olmuştur ama başka güzel şov yok mu? Bunlara ben bir futbolcu olarak çok üzülüyorum.
Biz bir gün İsrail’deyiz. Cihat Arman, ben ve Mehmet Ali Has oturuyoruz Tel Aviv’de. Bu Mehmet gölgesine bile çalım atardı. İsrailliler geldi yanımıza . Bir Yahudi tarak çıkardı . Biz Mehmet Ali’ye Tarzan Mehmet Ali derdik o zamanlar. Saçları çok uzundu ve taramazdı. Yahudi dedi ki bu galiba tarağını unutmuş alsın bu tarağı tarasın. Sonra biz Cihat’la Mehmet Ali’ye dedik ki senin saçını yarın kestireceğiz yoksa milli takıma giremezsin. Gittik berbere saçını kestirdik öyle soktuk maça. Buradan geliyoruz biz düşün. Biz tutucu muyuz? Bazılarına göre evet herhalde. Ama bunun tutuculukla ilericilikle ne ilgisi var? Bir adam orasını burasını açarsa ilerici mi oluyor, çağa mı uyuyor? Bir taklitçilik içindeyiz. Gücün varsa güzel oyunu, iyi şeyleri taklit et. Onları niye taklit etmiyorsun. Adam kendi ülkesinde bir tane kırmızı kart almamış, burada kırmızı kart alıyor. Neden? Yukarıda Allah var falan diye gösteriyorlar neden? Derbide İstiklal Marşı çalarken ellerini göğüslerine götürdüler utanmadan. Bizim İstiklal marşında duruşumuz bellidir hazır ol duruşu. Bir gün Samsun ya da Trabzon’dayız. İstiklal marşı çalıyor ben ayağa kalkmadım. Polis gördü “Niye kalkmıyorsun ayağa?” dedi. Dedim “Bu İstiklal marşı değil ben de kalkmıyorum.” Yaza yaza az kalsın içeri alıyorlardı. En sonunda hoparlörle verme yolunu tuttular ki o bile hata. Dünya’da her maçta milli marş çalınan lig mi var? Kulüp maçlarında milli marş çalınır mı? Şimdi bunları kimle konuşacaksınız? Gelsinler bana izah etsinler anlayayım.
– 1907 ÜNİFEB: Ülkemizde efsanelere verilen değeri, belki de verilmeyen değeri, nasıl buluyorsunuz?
– Halit Deringör: Çok önemli bir soru sordunuz. Bir kere öncelikle efsane nedir kimin için kullanılır? Bazı şeyler vardır ki gelişi güzel kullanırız. Efsane, kahraman, diktatör kelimeleri gibi. Çok hoyratça, çok gereksiz kullandığımız şeyler var. Ben bu şekilde yazı yazdım “Kahramanlar yaratıyoruz” diye ve bunun için gazetecilik ödülü aldım. Etrafınıza baktığınızda her 100 kişiden bir kahramana rastlayabilirsiniz. Türkiye’de herkes kahramandır, herkes diktatördür, herkes kraldır. Geçen gün Hamza Hamzaoğlu kalkmış sıradan bir adamı oynatmadığı için kendini suçlu sayıyor. Bunu söylediği için de altında ego yatıyor. Ben bunu çok anarşist bir şey buluyorum. Sen niye özür diliyorsun. Tabi ki bu iyi bir olaydır, alışılagelmemiş bir olaydır ama çok önemli bir olay mıdır? Kabahat bende demek kahramanlık mıdır? Bu her sportmenin, her centilmenin yapması gereken bir şey zaten. Niye biz bunu bu kadar büyütüyoruz? Başka bir olay var. Çingene kendini methederken hırsızlığını konuşturur. Avrupa şampiyonu olmuş Galatasaray’ın sıradan bir futbolcu çıkardı diye onun yerine oynatacağı adam yok mu? Kolektif futbol o adama mı bağlı? Türkiye’de bunlar (özür dileme) söylenmediği için söylendiğinde vecize gibi oluyor. İnsan hatasını anlar söyler yani. Yaptığın olay zaten bir yürüyen ahlak işi. Her yerde kahraman var. Asıl kahraman kimdir biliyor musun? Asıl kahramanlar asgari ücretle çoluğunu çocuğunu bir ay geçindiren adamlardır.
1907 ÜNİFEB – Üniversiteli Fenerbahçeliler Birliği